Kadına yönelik şiddetin artarak devam ettiği bugünlerde, aslında kadına yönelik şiddetin her dönemde var olduğunu ve kadınların her dönemde mücadele içinde olduğunu gösteren, (beni çok etkilemiş olan) Demir Çeneli Melekler (Iron Jawed Angels) adlı film üzerine yapmış olduğum analizin bir kısmını paylaşmak istiyorum sizlerle.
Film özeti
1912 Amerika’sının önemli olaylarından birine ışık tutan Demir Çeneli Melekler, dönemin siyasi olaylarından olan oy kullanma hakkını anlatmaktadır. Filmde Amerikan kadınlarının oy haklarını kazanmaları için kendi hayatlarını riske atan Alice Paul ( Hilary Swank) ve Lucy Burns ( Frances O’Connor) adlı genç iki kadın ve diğerlerinin gerçek hayat hikayeleri yer almaktadır. Gerçek karakterler olan Alice ve Lucy, kadınlara oy hakkı için başlattıkları bu feminist hareketle onların da hükümet görevlerinde çalışabilmesi için mücadele ediyorlar. Bu filmde kadınların kendileri için verdiği mücadelenin yanı sıra, kendi içlerinde girdikleri çekişmelere de yer veriliyor. Çünkü bir çok kadın Alice Paul ve Lucy Burns’a destek olmaya çalışırken bir kısım kadın ise destek olmaktan ziyade çoğu zaman bir çok erkek ve parlamento gibi bu feminist harekete engel teşkil etmektedirler. Fakat bütün bu zorluklara rağmen Amerikan kadınları oy kullanma hakkına sahip olurlar.
Film analizi
Amerika’da kadınların kendi haklarını elde ediş hikayelerini anlatan film, aslında sadece bizim toplumumuzda değil, var olduğumuz dünyanın ataerkil dinamikleri arasında dişi olanlara mahsus bir “kısıtlandırma” sürecinin var olduğunu ön plana çıkarmaktadır. Filmde kimi zaman yer alan arka plan sesleri, kimi zaman erkeklerin kadınlara karşı tutumları ve kadınların da bu konuda aralarında yaşamış oldukları ayrılıklar bu durumu açıkça ifade etmektedir.“Erkeklerin kadınlardan daha zeki olduğu açıktır. Kadınlar ve erkekler arasında kesinlikle büyük fark var. Arada nicelik ve nitelik olarak fark vardır. Kadınların oy vermesinin siyasi bir tehlike oluşturacağı herkesçe açıkça görülmekte. ‘kadınlara oy’ diye bağıran bu uçarı kızlar bu tehlikeli hareketle felakete davetiye çıkardıklarını bilmiyorlar…” şeklindeki arka plan sesi bu duruma verilebilecek örneklerden sadece bir tanesi. Bu sözlerden de anlaşılabileceği üzere, kadınlar ve erkelerin biyolojik ve fizyolojik anlamda farklı oluşlarından dolayı, kimileri ‘erkekliği’ daha üstün olarak görmekte ve sosyal anlamda kadınların arka plan itilmesine bahaneler bulunmaya çalışılmaktadırlar. Kadınların kamusal ya da siyasi alana değil de daha çok özel alana yani eve ait olduğunu zanneden zihniyetler olmakla beraber aynı zaman hak arayışında olan kadınların da farkında olmadan bu tarz söylemlerde bulunduğu dikkat çekmektedir. Örneğin ; ‘oy hakkı’ için yürüyüş düzenleyecek olan Alice Paul’a en yakın destekçisi ve arkadaşı olan Lucy Burns’ un “daha önce hiç yürüyüş düzenlemedin bu akşam yemeği vermeye benzemez…” sözleri ve aynı zamanda Lucy’un yürüyüş izni almak için konuştuğu polis memurunun “bayanlar neden öğütlerimi dinlemiyorsunuz, neden ‘ev’inizde oturmuyorsunuz” sözleri yer almaktadır. Kadının özel alana(ev) ait olduğu düşüncesi beraberinde erkeğe olan ekonomik bağımlılığı da getirmektedir. Mesela filmde kadınların oy hakkı isteklerini desteklemeyen senatör ve kocasının aksine bu duruma maddi ve manevi destek veren eşi Emily Leighton ayrılma derecesine geldiklerinde senatör eşine şunları söylüyor; “Bu bölgede çocukların vasiyeti sana verecek tek bir hakim yok” , “avukata verecek paran var mı?” ….
Film bu yerleşmiş kalıpların dışında, kadınlar arasındaki çatışmalara dikkat çektiği gibi bazı kadınların sorunlarının da gözden kaçırıldığına da dikkat çekmektedir. Bir grup kadın bu hak arayışına bir anlamda engel teşkil ederken, bazıları (siyahi kadınlar) ise destek vermek istediği halde onlara ait bir alan verilmemektedir. Beyaz kadınlar genelde erkeklerin gözünde “öteki” konumundayken siyah kadınlar kimi zaman hem erkelerin hem de kadınların gözünde “öteki”leştirilebiliyorlar. Kısacası ötekinin ötekisi konumuna düşebiliyorlar. Bu anlamda bakınca film içinde liberal feminizme ve siyah feminizme yer verirken aynı zamanda Marksist feministlere de yer vermektedir. Şöyle ki; yargıç, kayıtlara göre kadınların çalışma saatlerinin kısaltılmasına karar verir, sağlıklı anaların kamunun yararına olduğu söyler. Çünkü kadın bir anlamda kocasını ertesi günkü işe hazırlar, bu yüzden dışarıda az çalışsın ki evine ve kocasına da vakit ayırabilsin.
Alice Paul’a göre ise kadınlar koruyucu yasaları kabul ettiği sürece eşitlik bekleyemez, tam yurttaşlığa ihtiyaçları vardır. Çünkü kadınlar, yasal olarak yurttaşlar fakat temsil edilmeden vergi ödüyorlar, mahkemelerde jüri üyesi olamıyorlar yani hemcinsleri tarafından yargılanmıyorlar. Kanunları onlar yapmadığı halde uymak zorunda kalıyorlar. Siyaset nasıl ‘erkek’ ise kanunların da ‘erkek’ olduğu dikkat çekmektir ve kullanılan dilin de ‘erkek’ dili olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Yürüyüş sırasında erkeklerin kadınlara karşı kullandıkları cümleler ve sarf ettikleri küfürler dilin yapısını ortaya koymakta ve cinsiyetçi söylemlere de yer vermektedir. Örneğin;
- Caddelerden defolup ananızın yanına gidin.
- Benim karım olsaydın kafanı patlatırdım.
- Hey! Kadın adamlar, şırfıntılar caddelerden defolun evinize gidin.
- Erkek mi olmak istiyorsunuz, sizin evde patron kim?
- Eteğinin altında ne var senin?
…
Ayrıca Alice, Lucy, Emily, ve diğerlerinin hapishanede yaşadığı zorluklar da madalyonun diğer yüzü. Tutukluların yemekte dahi birbiriyle konuşturulmaması, avukatlarıyla görüştürülmemeleri, kurtlu çorbalar içmeleri aynı zamanda açlık grevi yapan Alice Paul’a demir çene ve boru yardımıyla zorla yemek verilmesi ve sırf yemek yemeyi reddetmesi üzerine deli muamelesi (çünkü kadınlar söz konusu olunca cesaret delilik olarak nitelendiriliyor) yapılarak hastaneye gönderilmesi de insanın şahsına yapılan manevi hakaret nitelikte olup kişinin sahip olduğu bazı haklardan alı konulması demektir.
Nitekim bütün bu zorluklara ve haksızlıklara rağmen kadınlar haklı mücadelelerinin meyvesini 26 Ağustos 1920 ‘de oy haklarını elde ederek aldılar. Ve film, kimi sahnelerde “hak verilmez, alınır” cümlesini sorgulamamıza neden olup, çoğu kez de Nazım Hikmet’in
“ İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için.
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken…”
Dizelerini akıllara getirirken, ölümünden beş yüz yıl sonra azize ilan edilen ve yanarak öldürülen Jan Dark’ı da hatırlattı.