Evvel zaman içinde padişahlardan biri, vezirini çağırmış ve ona sormuş:
“Hızır Aleyhisselam diri midir, hayatta mıdır?”
“Verilen haberlere göre diridir ve hayattadır.”
“Madem hayattadır. Hızır Aleyhisselam'ı davet et, onu görmem lazım.”
“Onun nerede olduğu bilinmez, sorulmakla tanınmaz.”
“Binlerce evliya-ı izam bulup görüştüğüne göre vezirim olarak ne icap ediyorsa yerine getir, bizim de görüşmemiz lazım”
Bu sorumluluktan sıyrılmaya çalışan vezir demiş ki;
“Hızır Aleyhisselam hayattadır ama benimle görüşmesi mümkün olmayabilir. Hızır Aleyhisselam kalbi cilalanan, nefsini terbiye eden Allah dostlarının yaranıdır. Ama ben devlet işleriyle sizin hükmünüzü yürütürken, tam adaleti sağlayamamış olabilirim. Şeyhülislam-ı çağıralım. Çünkü Şeyhül İslam Risaletin varisidir.”
Sultanın emri üzerine Şeyhülislam çağırılır.
Sultan ondan Hızır Aleyhisselam bulup getirmesini ister. Şeyhülislam şöyle der;
“Padişahım, Hızır Aleyhisselam'ı bulmak ilim işi değildir. Nice ilim sahipleri onu bulamamış ama nice nefsini tasfiye edenler Hızır Aleyhisselam ile görüşmüştür. Ben bu devlet işlerinde sizin hükmünüzü icra ederken hatalı fetvalar vermiş, günaha girmiş olabilirim. Müsaade edin, Hızır Aleyhisselam'ı bilip bulacak birini bulayım.”
Padişah Şeyhülislama süre verir. O da ülkenin dört bir tarafına tellallar çıkarır. Hızır Aleyhisselam'ı bulabilecek olanların Allah rızası için saraya gelmeleri ve bulana altın verileceği duyurulur.
Çok yoksul olan bir kişi Şeyhülislamın huzuruna girderek, Hızır Aleyhisselam'ı bulup getireceğini söyler ve bunun için kendisine kırk gün zaman verilmesini ister. Ancak bir şartı vardır. ''Bu sarayda siz ne yiyor ve içiyorsanız aynısından bizim eve göndereceksiniz'' der. İsteği kabul edilir.
Adam eve dönünce gönlünü bir endişe ve üzüntü kaplar. Hanımına şöyle der;
“Hanım, saraya 40 gün sonra Hızır Aleyhisselam'ı götüreceğimi söyledim ve karşılığında da 40 gün boyunca sarayda pişen yemeklerden istedim. 40 gün biz de padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama 40 gün sonra başımıza ne gelir, Mevlâm bilir.
“Sen Hızır Aleyhisselam'ı bilir misin?”
“Bilmem.”
“Ne cesaretle böyle yaptın?”
“Nefsime hakim olamadım ve çocukları düşündüm. En azından ömrümüzde kırk gün padişah gibi yiyip içelim dedim…”
Kırk gün çabuk geçer.
Saraydan iki kişi gelir, Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorarlar.
Adam, ''bu padişahla benim aramda bir meseledir, saraya gidelim'' der ve saraya gelirler.
Padişah, Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorar.
Adam başlar anlatmaya;
- Padişahım, ben hayatımda Hızır Aleyhisselam'ı hiç görmedim. Çocuklarımın karnını zor doyuruyordum, onlar için size yalan söyledim, beni affedin.
Padişah çok kızar:
- Kırk gün bizi neden oyaladın be adam! Hakkından gelemeyeceğin işi neden vaat edersin? Madem fakirdin, huzuruma gelip bir ihsan isteseydin! Kırk gün bizi aldatmak olur mu?
Padişah sonra her bir vezirine tek tek sorar;
“Şimdi buna ne ceza verelim?”
Baş vezir;
“Sultanım emir ver, onu parça parça etsinler, her parçasını bir sokak başına diksinler. Böylece kimse sultana yalan söylemeye cesaret edemesin.”
O anda, masum genç bir delikanlı ortaya çıkar. Oradaki cemaat, genci adamın bir yakını zannederler.
Genç; 'Her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' der.
Padişah ikinci vezire sorar;
“Bu adama ne ceza verelim?”
“Bunu bir dibeğe koyalım. Etlerini dövelim. Şehrin her bir köşesine parçalarını bırakalım ki herkese ibret olsun.”
Yine o delikanlı, ''her şey aslına dönecektir. Aslı aslına, nesli nesline HÛ'' der.
Sultan üçüncü vezire de sorar;
“Bu adama ne ceza verelim?”
Üçüncü vezir şöyle der;
“Baş vezir ve diğer vezir güzel söylediler. Elbette sultanı kandırıp kırk gün oyalamak büyük bir vebaldir. Bana sorarsanız sizin sultanlığınıza yakışan, af ile muameledir. Siz onu affedin ki Allah da sizi affetsin. Size de bu yaraşır.”
Yine o delikanlı, ''her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' der.
Padişah en sonunda dayanamaz ve adama “bu delikanlı neyin olur?” der.
Adam “bu delikanlı benim bir şeyim olmaz. Onu ilk defa görüyorum” der.
“Ey delikanlı, sen kimsin? Vezirlerimin üçü de farklı cevaplar vermesine rağmen sen her defasında, 'her şey aslına dönecektir Aslı aslına nesli nesline HÛ’ dedin. Neden böyle söyledin?”
“Önce vezirlerinizin kim olduğunu söylemek isterim. Baş veziriniz bir kasap oğludur. Babası devamlı et parçalayıp böldüğü için, o da halkı kırıp parçalamaktan başka bir şey bilmez.
İkinci veziriniz bir aşçı oğludur. Babası dibek dövdüğü gibi o da halkı dövüp, halka söver.
Ama üçüncü veziriniz, asaletli faziletli kâmil bir insan olan bir vezir oğludur.
Ben ise aramakta olduğunuz Hızır’ım. Cenabı Hâk bu yoksul adamın hürmetine beni sana getirdi.
Sana nasihatim şudur ki; baş vezirini saraya kasapbaşı, ikinci vezirini saraya aşçıbaşı yap, üçüncü vezirini de baş vezir yap” der ve ''Her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' diyerek gözlerden kaybolur…
Bu hikayeyi okuduktan sonra insan bir kez daha anlıyor ki; herkesin olaylara bakış açısı ve olaylara vermiş olduğu tepki gerçekten “aslı aslına ve nesli nesline”.
Bunu bir kez idrak edip “herkes aslına dönecektir, aslı aslına nesli nesline” cümlesini içselleştirmeye başladıktan sonra, bir de bakıyorsunuz ki; artık daha sakin, daha dingin ve herkesi kendi gerçekliği ile okumaya başlayan bir insan olma yolunda adım adım ilerlemeye başlamışsınız.
Ne diyeyim yolunuz açık olsun.