Uzun bir aradan sona tekrar bu köşede sizlerle buluşmak epeyce keyifli. Yazacak çok konu birikti nereden başlasam diye düşünürken gelen bir basın toplantısı çağrısı konuyu belirledi. Ancak konu derin olunca en güzel anlatma yöntemini bulmak ve akışın nasıl olacağına karar vermek önemli. En iyisi hüzünlü bir hikayeyi aktarayım hikaye sonunda kimin payına ne düşüyorsa alsın.

***

Bir varmış bir yokmuş. Günlerden bir gün, yemyeşil ağaçlarla kaplı, kuşların cıvıl cıvıl şarkılar söylediği küçük bir şehirde spor yapan gençler kendi aralarında farklı üç takım kurarlar. Haftalarca idman yapıp kendi aralarında maçlara çıkarlar. Toprak bir sahada kurulu kale direklerine asılacak ağları bile kendi elleriyle asar, oyun sahası çizgilerini bölgede bulunan bir kireç fabrikasından reklam yapma karşılığı aldıkları toz kireçlerle kendileri çizerler. Kendi aralarında devam eden mücadeleye şehrin en üst amiri destek olur ve bu gençleri tek çatı altında toplamaya karar verir. Bu üç takım kendini feshi ederek tek bir isim altında birleşir. Yıllarca bu tek isim ile mücadele edip şehri ülke genelinde temsil ederler.

***

Gün günü kovalar ülkenin en iyi oyuncularını yetiştirip ülke sporuna kazandırırlar. Bu kulüpte spor yapan gençler yaşlanmaya başladıkça şehrin farklı kamu kurumlarında yada ticarette boy gösterir. Yıllarca şehrin tanıtımını yapan kulüp artık bir marka olmuştur. Marka olmuştur olmasına ama bir türlü her sezon karşılaştıkları maddi sorunları aşmakta zorlanırlar. Kimi zaman başkan ve yönetimi kendi mal varlıklarını ipotek eder kulüp için. Çoğu zamanda yetersiz gelir. Birde kulübün cefakar taraftarı vardır. Takımı hem iç saha hem de dış saha maçlarında yalnız bırakmaz. Tamda kulüp marşlarında olduğu gibi “kar, bora, fırtına” onları asla alı koyamaz. Sportif başarı gelince eline bayrak alıp tribüne gelen sonrasında orada çektiği fotoğrafları herkese gösterip “bakın bende oradaydım” diyenleri bu cefakar taraftarın içinde saymıyorum.  Bu sözüm ona “oradayızcılar” taşın altına elini koymak zamanı gelince kaçarlar. Geldikleri maçlara bile bilet almadan girmenin yolunu arayanlar kendi çıkarlarına ters olan herhangi bir yerden alınan maddi desteğe de karşı çıkarak ağır ithamlarla yöneticilere saldırırlar. Halk arasında “İstemezükçüler” diye adlandırılan bir elin parmağını aşmayacak sayıdaki bu ekip her fırsatta her platformda bunları dile getirerek bir tür mahalle baskısını kurarlar. Kendi başlarına yapıp başardıkları tek bir eser olmayan bu “İstemezükçüler” sonunda kulübün maddi destek aldığı kaynakları da küstürür. Sezona alınacak maddi destekler hesaplanarak hazırlanan kulüp bir anda maddi sıkıntıya girer. Son yıllarda aldığı maddi destekle üst ligleri zorlayan son olarak da bir üst lige çıkmayı başaran bu kulüp şimdilerde sıkıntıyı en ince ayrıntılarına kadar hissetmeye başlamış. Kulüp başkanı ve yöneticileri kara kara düşünceler sarmış. Bu sıkıntının içinde sürekli çağrı yapan yönetimi duymayan “İstemezükçüler” her akşam bir meyhanede “ne olacak bu kulübün hali” konulu konferans vermeye devam ediyorlarmış. Bir gün cefakar taraftarlardan biri bir öneri ile çıka gelmiş. “Takımın formasına reklam için bu 10 “İstemezükçüler”in isimlerini yazalım. Forma reklam bedelini ödesinler de onların değimiyle satılmış kulüp olmasın” der. Ancak herkes bilir ki “İstemezükçüler” her zaman ki gibi sağır taklidi yapmaya devam eder. Zaten onlar için önemli olanda odur. Onların menfaattine yada konforuna katkı koymayan hiçbir şeyi “İstemezükçüler.” Gökten üç elma düşmüş. Biri bu hikayeyi okuyanlara, biri bu hikayeden keyif alanlara, birisi de bu hikayeden ders çıkaranlara.  

Bu yazıyı okumak yerine sosyal medyada paylaşılan yemek fotoğraflarına bakıp beğeni atanlar, gece olunca da televizyonda Master Chef izleyip, oyununu kimin kazanacağı konusunda iddiaya girenler, sırf kendilerinin herkesten daha zeki olduğunu ispat etmek çabası içerisinde etrafındakileri küçümseyerek ayakları yere basmayan hikaye anlatanlar size de merhaba…