Unutmak ile hatırlamak arasında öyle kalın duvarlar yokmuş aslında.
Bir şarkı kadar incecik bir perde varmış arasında.
İnsan bazen neyi unuttuğunu bile unuturken, aralanan bir perdenin köşesinden bakarken buluyormuş kendini, unuttuğunu zannettiklerine.
Hayret ediyormuş sonra, zihnin hem derin hem de bu kadar sığ oluşuna.
Böyle bir an yaşadım bugün, "harcanıyorlar bu sokakta" dediğim iki müzisyeni dinlerken.
Önce zihnimin içinde gezdim, sonra gözlerimi zihnimin dışındakilere çevirdim.
"Bak" dedim yanımdakine "işte sana sosyolojinin resmi"
"Gördüm" dedi.
Bir grup insan vardı karşımda.
Kimisi keyfinden dinliyordu müziği kimisi de kederinden.
Kederinden dinleyenlerin eşlik ettikleri nakarattan belliydi yaraları.
Biri de vardı ki ekmek parası derdinden ne söylendiğini bile duymuyordu. Ya da belki en çok o duyuyordu.
Belki kederlenmek en çok onun hakkıydı;
"Adaletin bu mu dünya?
Ne yar verdin ne mal dünya
Kötülerinsin sen dünya
İyileri öldüren dünya
Kimi mecnun gibi dağda dolaşır
Kimisi de ölüm yok gibi çalışır
Kimi meteliksiz kimi milyonlara karışır" dizelerinde.
Ama sanki, insanların boş şişelerini sırtındaki çuvala dolduran adamın elinden bir şarkıda kederlenmek bile alınmıştı...
Daha önce gecesini görmediğim gündüz binlerce kez geçtiğim sokaktan geçiyorken başka bir yerdeymişim gibi hissettim.
Günü gece başlayan pilavcıların, yıllardır saat satan siyahilerin, ekmek arası köfte ve ikinci el eşya satanların da sokağıymış meğerse burası.
Mekanı biçimlendiren zamanın gerçekliği dikiliyordu karşımda.
Aynı sokaktan gündüz de geçecektim gece gördüklerimin hiç birini görmemiş gibi.
Yürümeye devam ediyorduk. Hava çok sıcaktı nem de cabası. Çimlerde uzanmış 3 köpek gördüm. "Meğerse an geliyor insan bir köpeğe özeniyormuş" dedim sonra kendi kendime.