Azra Kohen’in Fi kitabında şöyle bir cümle geçer: “Sanki boğulmak üzereydi huzur içinde.” Huzurdan boğulmak…

Bu cümle bana çabasızlığımızı düşündürdü nedense. Bazı şeylere o kadar kolay ulaşıyoruz ki artık bu durum bizi adını koyamadığımız sıkıntılara itiyor.

Peki, her şeyin bu kadar ulaşılabilir olması sizi de kaygılandırıyor mu? Ben açık bir şekilde bu durumdan kaygı duyuyorum. İnsanı doyumsuzlaştırdığını düşünüyorum. Sürekli bir şeyler istiyoruz, onları elde etmek için düşünmeden, ihtiyaç hali, gerekliliği, getirecekleri, yol açacağı şeyleri hesap etmeden harekete geçiyoruz ve çok da zorlanmadan elde ediyoruz. Yani sürekli bir tüketim halindeyiz.

Canımız bir şey mi çekti çık sokağa ya da çıkmana bile gerek yok ver siparişini getirsinler, film mi izlemek istiyorsun tek tıkla binlerce seçenek, canın sıkıldı biriyle konuşmak mı istiyorsun tanışıyor olmana gerek yok, sosyal medyada bir "Merhaba"ya bakar!.. Evler, arabalar, avm’ler, güzellik salonları, spor salonları, insanlar her şey hizmetimizde. Her şey çok güzel ama… Ama’sı var.

Bu kadar konfor alanı yaratmanın şöyle bir getirisi olsaydı; insanlar bu basit gündelik ihtiyaçlarına daha az zaman ayırarak marketlerde, mutfaklarda daha az zaman geçirerek düşünmeye, üretmeye, okumaya, yazmaya, bilime daha fazla zaman ayırsaydı şu an yaşadığımız dünya bambaşka bir yer olurdu. Ana haberlerde, gazetelerde kâinat adına daha güzel haberler görürdük. Daha mutlu, daha huzurlu zamanlar yaşardık.

Ancak öyle olmamış, bu kadar kolaylık bizi daha da tembelleştirmiş, tembelleştiriyor bana kalırsa. Oturduğumuz koltuklarda saatlerce zaman kaybediyoruz küçücük ekranlara kilitlenerek. Kendimizin seçtiğini düşündüğümüz içeriklere maruz bırakılıyoruz. Bundan keyif alıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Böyle böyle körleşmeye, tat almamaya, olan biteni algılamamaya en kötüsü de hissetmemeye başlıyoruz. En yakınlarımızın derdinden haberimiz yok, en acıklı haberler etkisini başka bir habere geçinceye kadar koruyabiliyor, gözlerimizi çırılçıplak gerçeklere kapatmış durumdayız, kulaklarımız vicdanımızın sesini işitmiyor. Sanki insanoğluna "Oku!" değil "Tüket!" emri verilmiş gibi..

Elbette iyi yaşamak, rahat yaşamak herkesin hakkı ama insan olduğumuzu unutmadan. Ne diyordu Sabahattin Ali “İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” Biz bu sebepleri unutuyoruz. Kendimizden başka ilgilendiğimiz pek bir şey yok. Bu yüzden bir yere gidebildiğimiz de yok. Henüz hayatımıza uçan arabalar, robotlar girmiş değil ama insanlık robotlaştırılmaya doğru gidiyor. Kurulu bir düzenin içinde en az gayret ve çabayla yaşayıp gidiyoruz.

Oysa bizim, özellikle ülke olarak gitmemiz gereken çok uzun yollar var. Tarımda, teknolojide, sanayide, bilimde, sanatta kısacası her alanda üretimde olmalıyız. Yoksa bizden sonraki kuşaklara kurumuş göller, işlenmemekten verimsizleşmiş araziler, dolmayan ambarlar, çalışmayan fabrikalar, ödenemeyen borçlar bırakacağız.

Azra Kohen’le başladık onunla noktalayalım: “Takipçisiniz, keşifçi değil. Keşifçi olup kendi yolunuzu açmanın, vagon olmamanın tek bir yolu var: Öğrenmek. Öğrenmek, gelişmek, yol olmak.” Aydınlık yollarımız olsun!..