"Sıfırdan hayatlarını yaratmış insanların hikâyeleri kadar hayatlarından bir sıfır yaratmış olanlarınki de gösterişlidir." diyen ve neredeyse tüm kitaplarında bu gösterişli hikâyeleri hiç tahmin etmeyeceğimiz tarzda ve açık yüreklilikle anlatan bir yazar ve onun açtığı düşünce kapılarından bahsedeceğim bugün. Hakan Günday'dan.

Herhangi bir şeyi kategorize etmeden duramayanlar "yeraltı edebiyatı" olarak tanımlasa da kitaplarını kendisi böyle düşünmez ve "macera romanları" yazdığını söyler. Pek bildiğimiz macera romanlarına benzemiyor açıkçası. Yüzleşmek istemeyeceğimiz, insana ve insanlığa dair rahatsız edici bir noktaya mutlaka parmak basmış anlatılar karşımıza çıkıyor onun kitaplarında ve kitabın kapağını kapatır gibi o parmak bastığı noktaları düşünmeden geçemiyor insan. En azından ben geçemedim. Beni hep iyilik ve kötülük üzerine daha çok da kötülük üzerine düşündürdü. Bazı kitaplarının konusundan bahsedince nedeni anlaşılacaktır aslında.

En hacimli kitaplarından olan “Daha”, babası bir insan kaçakçısı olan henüz 9 yaşında fakat bir çocukluğu olmayan Gaza'nın hikâyesidir. İnsanın insanı yönetme isteğini, insanin insan üzerinde baskı kurma güdüsünü ele alır.

“Zargana”, 12 yaşındayken evlatlık olduğunu öğrenince evden kaçan bir erkek çocuğunun kaçtığı gün dört kişinin tecavüzüne uğramasıyla başlar ve bu kötü başlangıcın parçaladığı benliğini onarmaya çalışan gencin hikâyesini okuruz kitapta.

“Az”, bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derda'nın Londra'ya uzanan ve baskı, şiddet, tecavüz, uyuşturucu gibi her türden zorluğun üstesinden gelmesini anlatır. Yazarının deyimiyle çocuk şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine bir roman.

Ziyan, Azil, Kayra ve Kinyas yazarın diğer kitapları.

Şimdi, iyi haber bunların tamamı bir kurmaca. Kötü haberse tamamının hayatta bir karşılığının olması. Kötülük kavramı insanlık tarihi boyunca hayatın doğrudan içinde yer almasına rağmen düşünce tarihinde çözümlenemeyen bir problem. Bahsettiğimiz kitapları okuyunca problem yine çözümlenmeyecek ama şununla yüzleşebiliriz: Birbirine zıt kavramlar olarak gördüğümüz iyilik ve kötülük kavramları, birbirlerinin omzuna elini atmış sokaklarda, köşebaşlarında, zihnimizde ya da kalbimizde volta atıyor. Ne büsbütün iyiyiz ne de büsbütün kötü.

İç dünyamızda neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleyen şaşmaz bir terazi vardır aslında. Terazi şaşmaz ancak irademiz şaşabilir. Yaptığımız her seçim, attığımız her adım, kurduğumuz her cümle bir iyilik doğurabildiği gibi kötülük de doğurabilir. Erich Fromm: “Yanlış seçimler yaptıkça kalbimiz sertleşir, doğru seçimler yaptıkça kalbimiz yumuşar.” der. Dolayısıyla önemli olan bu ikisi arasında yapacağımız tercihtir.  Yani ne kadar “insan” kalabildiğimizdir.

Tek başımıza kötülüğe savaş açmak donkişotluk yapmaya benzeyebilir fakat işe kendi içimizden başlarsak hırslarımızı, bencilliğimizi törpülersek işler değişebilir belki de. Sadece bu yetmez sessizliğimizi, tarafsızlığımızı, kabullenişlerimizi de bozmamız, değiştirmemiz gerekir. Her cinayet haberine, ilk cinayetmiş gibi ürpermek,  her haksızlığa ilk defa yapılıyormuş gibi şaşırmak gerekir. Çünkü kötülükten daha kötü bir şey varsa o da ona alışmaktır. Unutmayalım ki yok sayıp görmezden geldiğimiz hiçbir kötülük buhar olup gökyüzüne yükselmediği için bireysel veya toplumsal boyutta elbet bir gün karşımıza çıkacaktır. Bugün değilse yarın. İşte o zaman bir şeyleri düzeltmek çok zor olabilir.