Bizim kuşak, 55-60 lar,
Çeşitli yokluklara karşın mutluydular.
Her evde elektrik yoktu.
Şehir suyu, kanalizasyon yoktu.
Televizyon, telefon, internet, bilgisayar yoktu.
Her şeye karşın huzur vardı, mutluluk vardı, kanaat vardı, yardımlaşma vardı, dayanışma vardı.
Tarım ülkesiydik ama zirai ilaç, fenni gübre kullanılmazdı.
Çünkü yoktu.
Bırakın köyleri ilçelerde bile bir çok evin dış kapısının dışında, bir fosseptik çukuru vardı.
Bahçecilik yapanlar gelip o fosseptik çukuru boşaltır, bahçelerine götürüp yanmasını beklerler, daha sonra gübre olarak kullanırlardı.
Sebze zamanı gelince de pisliklerini temizledikleri evlere, yetiştirdikleri pancar, turp, havuç, soğan, sarımsak vs sebze getirerek hediye ederlerdi.
Vefa vardı, dostluk vardı, komşuluk ilişkileri vardı.
Her şeyimiz yerli ve milliydi.
Rahmetli babam söylemişti.
‘’1950 li yılların başında Nato’ya girdikten sonra, bizim çiftçimizin hayatına da fenni gübre ve zirai ilaç girdi’’ derdi.
Şimdi?
Birçok tarım ürünümüzün tadı kaçtı.
Ayni yıllarda dost ve müttefik Amerika’dan Marşal yardımı adı altında süt tozu, yağ ve peynir yardımı geldi.
Toplumda sağlık bozuklukları başladı.
Sağlığı onarmak için, dışardan çeşitli ilaçlar almaya başladık.
Derken kendi ata tohumumuzu yasakladılar.
Her tür tohumu dışardan alır olduk.
Hayvancılığımız vardı.
Canlı hayvan ihracatı yapardık.
Canlı hayvanı da dışardan alır olduk.
Tarım ülkesiydik, tarım ürünleri ihraç ederdik.
Dün ihraç ettiğimiz tarım ürünlerini de dışardan alır olduk.
Kent yaşamına özendirerek, üreten çiftçiyi, üreten köylüyü büyük kentlere taşıdık.
Tarım can çekişmeye başladı.
Yazmaya devam edeyim mi?
Yok, burada keseyim.
Çünkü midem bulanmaya, başım dönmeye başladı.
Geçmişi düşünüp yazarken, günümüz gerçeklerine bakınca ürperiyorum.
Bu yazmaya çalıştığım gerçekleri, benim kuşağımdan olanlar anlar ama gel de bunları çıtır çıtır patates cipsi kemiren kuşağa anlat.
Yani sevgili okuyucu, halimiz hal değil.
Aydınlığa yürümek zorundayız.
Hem de koşar adım…