Özel günlerin artık çok da özel olmadığını düşündüğüm günlerden birini yaşıyoruz 8 Mart itibariyle. Bir gün öncesinden başlayıp birkaç güne yayılan paylaşımlar, kutlamalar görüyoruz sosyal medyada, ana haberlerde, reklamlarda. Bundan rahatsız değilim tabi ki ama bir ikilemde kaldığım kesin. Şöyle ki belli günlerde bir konuya aşırı odaklanıp sayısız paylaşım yapıyoruz, düşüncelerimizi dile getiriyoruz ve konuya dikkat çekip farkındalık yaratıyoruz. Bunu ne kadar çok insan yaparsa o kadar iyidir. Diğer taraftan da aynı şeylerin tekrar tekrar karşımıza çıkmasıyla durum daha da sıradan ve önemsiz hale mi geliyor acaba? Ayrıca yaptığımız paylaşımlarda ne kadar samimiyiz? Böyle günlerde çoğumuz kendi cümlelerimizi bile içermeyen bir görseli paylaşıp bir zorunluluğu yerine getiriyoruz. O paylaşımı yaptık ya üzerimize düşeni yapmış, söylenmesi gerekeni söylemişizdir. Bunu da herkes gördüğüne göre kimse bizi duyarsız olmakla suçlayamaz artık.
Durumun bu kadar basit olmadığı aşikâr. Şimdi bir düşünelim, 8 Mart 2020 ile 8 Mart 2021 arasında ne değişmiş? Gazetelerin üçüncü sayfalarında ne okuyoruz? İnternete hangi video düşmüş? Twitter’da kim için hashtag açılmış, kim için adalet arıyoruz? “#kadınaşiddetehayır” bir yılda kaç kez “trend topic” olmuş Türkiye’de?
Bunlar bir şekilde duyulan haberler. Peki ya duyulmayanlar? Sadece fiziksel değil psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalanlar? O konuşulmayan, duyulmayanlarla birlikte bu sorun buzdan bir dağ aslında. Titanic misali o dağa çarpıp batanları biliyoruz sadece.
En acı yanlarından biri ise şiddetin en yakınlarımızdan kaynaklanmasıdır. Tek başına erkekleri suçlamak bunu bir cinsiyet sorunu haline getirmek de yanlış belki de. Ama özellikle bizim gibi ataerkil toplumlarda veya geleneksel aile yapısına sahip toplumlarda erkek şiddetine maruz kalındığı da bir gerçek. Aile olmayı idrak edememiş, toplumun ona biçtiği rolü sorgulamadan kabullenmiş erkek; akıl anlamında, ekonomik veya kültürel anlamda gösteremediği gücü bağırıp çağırarak veya kırıp dökerek gösteriyor. Problemini fiziksel üstünlükle çözüyor daha doğrusu çözdüğünü zannediyor. Geriye de onun parçaladıklarının arasında yaralar almış anneler, çocuklar, kardeşler kalıyor. Ve ben “Annemi de çok üzdüler ama sabah kalkıp kahvaltı hazırladı.” cümlesine ne zaman rastlasam onun ağırlığı altında ezilmişimdir. Türkiye’de annesi hiç üzülmemiş kaç çocuk vardır acaba?
Sorun kadar çözümü de karmaşık anlaşılan bu konunun. Öyle iki cümleyi bir araya getirmekle, kameralar önünde güzel sözler söylemekle çözülmeyeceği kesin. Asıl söz sahiplerinin yani mağdurların sesi olmayı görev bilmesi gereken devlet yetkililerinin daha somut adımlar atması; sosyologları, psikologları, eğitimcileri göreve çağırıp topyekûn bir mücadele başlatması gerekiyor belki de. Kendimizi de bu mücadelenin dışında görmeden elbette.
Aslında üzerine yazı yazmama kararı aldığım konulardan biriydi bu. İki de sebebi vardı. Birincisi çok popüler, üzerine söz söylenmesi en kolay konulardan biriymiş gibi algılanmasından. İkincisiyse konuştuklarımızın asıl ulaşması gereken insanlara ulaşmayacak, onların bunlardan pay çıkarmayacak olmasıydı. Yine de dayanamayıp kaleme sarıldım, naçizane üç tavsiyeyle de sözlerimi tamamlıyorum:
- Evet, sosyal medya sesimizi daha kolay duyurmak için bir araç onun gücünden yararlanalım ama sadece burada kalabalığa dâhil olarak tüm sorumluluğumuzu yerine getirmiş gibi düşünmeyelim.
- Eğitim ailede başlar gerçeğini göz ardı etmeyelim. Ailenin verdiği eğitim bir inşaatın temeli gibidir. Dolayısıyla sizin evde eğitemediğiniz evlatlarınızı dışarıda kimse eğitemiyor. Ayrıca ailede başlayan bu süreç lise veya üniversiteyle son bulmuyor, yaşam boyu devam ediyor. Bu yüzden kendimizi veya ailemizi, çocuklarımızı yetiştirmek, değiştirmek için her zaman fırsat vardır.
- Belki de en önemlisi sevmek. Ne demişti şair:
“Dünyayı güzellik kurtaracak.
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Ama bizim sevmeyi de öğrenmemiz gerekiyor. “Ya benimsin ya kara toprağın!” anlayışıyla biz olduğumuz yerde saymaya devam ederiz. Sevmek demek kadının tüm haklarını saklı tutmak, onlara da sahip olmak demek değildir.
Ve son olarak kadınlar öyle zannettiğiniz gibi zayıf varlıklar, korunmaya muhtaç varlıklar değildir. Aksine kadın; ruhuyla, bedeniyle bu hayattaki en güçlü varlıklardan biridir. Marilyn Monroe’nun deyimiyle “Bir kadına doğru ayakkabıları verirseniz dünyayı bile fethedebilir.” Kadınlar Günü’nde aradığımız ruh budur!